Anahtar Kelimeler (Medya)
Dilimize İngilizce’den giren “medya” (media) kelimesinin Türkçesi “ortam” demektir. Kıyâfet bedenlerinde “M Beden” olarak kullanılan “medium” da aynı kökten gelir. Yâni “L” ile “S”nin ortasındaki demektir. Akdeniz’in İngilizce’deki adı “Mediterranian” da aynı kökten gelir ve “Orta Dünya” demektir.,
Bugün medya olarak adlandırılan sektör, yakın bir geçmişe kadar “basın-yayın dünyâsı” olarak bilinirdi. Ayrıca bugünkü “İletişim Fakülteleri” eskiden “Basın Yayın Yüksek Okulu” idi. Gazetecilik, yan sektörleriyle yayın dünyâsının kuruculuğunu yaparken, zamanla özel televizyon ve radyoların çıkmasıyla kapsam büyüdü. İşin içine sektör dışından gelen “patronlar” girince “medya patronları” ortaya çıktı ve sektörün adı “medya” oldu. Sektör, Türkiye ve dünyânın hızlı büyümesiyle âdeta bir erk hâline geldi. Medya patronları, kendilerinde hükûmet kurup hükûmet yıkma gücü olduğunu zannettiler. Parası olan televizyon kurup gazete basarak demokrasiye “katkı” verme câzibesine kapıldılar. Bu katkıda o kadar “samimi” idiler ki, işin seviyesini düşürüp Okey’e dördüncü olmak gibi, yasama-yürütme-yargı erklerinin yanında bir dördüncü gibi davranmaya başladılar. Hatta Erol Simavi’nin 1988’de dönemin başbakanı Turgut Özal’a yazdığı mektupta yazdığı gibi “birinci erk” olduklarını iddia ettiler.
Ama “sosyal medya” çıkınca patronların gücü, erken kalkıp eline cep telefonunu alarak “kanalıma hoş geldiniz” diyenlere geçti. Artık herkes haberci, herkes gazeteci, herkes sunucu, herkes uzman ve stratejist oldu.
Ama mesele bu kadar basit değil, hele hele mâsum hiç değil. “Medya” tehlikeli bir dünyânın kapısını açan bir anahtardır. Dünyâ, gezegen olarak yuvarlak ama biz içinde yaşadığımız dünyâya dört köşeli ekranlardan bakıyoruz. Ön, arka, sağ, sol, üst ve alt yerine sâdece ön tarafa bakıyoruz. Sâdece ön tarafa konuşuyoruz. Önümüze o kadar odaklanmış durumdayız ki, arkamıza, sağımıza, solumuza ve üstümüze, altımıza bakmadığımız için sobeleniyoruz. Bakıyoruz ve duyuyoruz. Ama başımızı kendi irâdemizle çevirip gözlem yapamıyoruz. Eskilerin ifâdesiyle “tasarrut” edemiyoruz. Yâni “rasat” (gözlem) yapamıyoruz.
Dünyâya ekrandan bakmaya, rahmetli Alev Alatlı, “kömürlük penceresinden bakmak” derdi. Yâni bir insanın etrâfını görebileceği en dar, en alçak açıdan bakıyoruz. “Kamuoyunun haber alma özgürlüğü” gibi bir yaldızlı ifâdenin büyüsüyle, ekranın karşısına geçiyor ve “her şeyden” haberdar olduğumuzu zannediyoruz. Oysa resmî “eşik bekçileri”nden daha fazlası tarafından filtrelenen, süzülen, elenen ve birilerinin(!) işine gelen konular, birilerinin(!) işine geldiği gibi, birilerinin(!) işine geldiği zamanda “servis” ediliyor. Uzun lafın kısası buna “cambaza bak oyunu” da diyebiliriz.
PLATON’UN MEDYASI
Gündem, medyada çok duyulan bir kavramdır. Aslında bir gün içinde yapılacak öncelikli işleri anlatmak için kullanılmalıdır. Herkesin gündemi farklı olabilir. Ülkelerin gündemleri farklı olabilir. Ama anahtar kelime olarak “medya” açısından baktığımızda, “gündem”, bir ilgi çekme ve algı oluşturma oyunudur. Gündem, tam cambaza bak oyunudur. “İşine bakma, buraya bak” demektir.
Gazete, radyo ve televizyon gibi medyanın farklı organlarında bulunmuş ve iletişim alanında akademik kadrolarda yıllarını geçirmiş biri olarak, şunu iddia edebilirim ki, bir konu medyada gündem olduysa, o konu ile ilgili karar ya çoktan verilmiştir ya da o konu artık bir önem arz etmemektedir. Kamuoyu o konuya gündem olarak mâruz bırakılarak, demokrasi algısı yaratılmakta ve halkın fikrinin alındığı izlenimi oluşturulmaktadır. Herhâlde Platon günümüzde yaşasaydı “Mağara Metaforu”nu anlatırken dışarıdan gelen ışık ve duvara yansıyan gölgelerden bahsetmek yerine, medyadaki programlardan, bu programa konuk olanlardan bahsederdi.
OLGU VE ALGI ÇELİŞKİSİ
1997 yılı yapımı “Başkanın Adamları” (Wag the dog) isimli bir film vardır. Bu filmde, oy oranları düşen ve yaklaşan seçimleri kazanması tehlikeye giren ABD başkanının (Robert De Niro) medya danışmanı (Dustin Hoffman) şeytânî bir plân yapar. Amerikan kamuoyunun algıya inanma özelliğini (ahmaklığını) bildiği için, dünyâda olmayan bir ülkede hayâlî bir savaş çıkartır. Stüdyoda hazırlanan savaş görüntüleri, ölen çocukların fotoğrafları medyaya servis edilir. ABD başkanı, o ülkeye gider ve savaşan tarafları barışa ikna eder. Aslında öyle bir ülke olmadığı gibi, savaşan taraflar da yoktur. Ama ABD başkanı bu kurgu içinde oylarını arttırır ve yeniden seçilir.
Medyada olgular yâni gerçekler önemli değildir. Rakamlar gerçekleri yansıtmaz. Sosyal medya hesaplarındaki tâkipçi sayısı, beğeni sayıları algıyı olgu zannettiren rakamlardan ibârettir. “Ünlü” haber ajanları, “Başkanın Adamları” filmindeki gibi, algı yaratırlar. Haber Türk Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy’un başından geçen bir olay gibi, tüm dünyâya ağır bombardıman altında olduğuna dâir haber servis edilen şehirde tek bir savaş uçağı uçmamıştır.
TASMANIN İPİ
Medya, “sınırsız özgürlük” sağladığını iddia ederek, değil gözümüzü ve kulağımızı, aklımızı da kullanılamaz hâle getirir. Görürüz, duyarız, okuruz hatta yorum yazarız ama yaptığımız her şey, medyanın istediği kadardır. Sınırlar, biz onları fark edemeyecek kadar uzağa çizilmiştir. Tasmanın ipi o kadar uzun bırakılmıştır ki, köpek özgürlüğünün sınırlandığını hissetmemektedir.
TRUMAN ŞOV
Başrolünde Jim Carey’in oynadığı “Truman Şov” (The Truman Show) (1998) adlı film, medya gerçeğinin özetidir. Bir yapımcı, bir insanın hayâtını annesinin hâmiliğinden başlayarak kelime kelime yazar ve canlı yayında tüm dünyâya seyrettirir. Program o kişinin adını taşır ama o kişi hâricinde herkes bunun bir televizyon programı olduğunu bilir. Programın yapımcısı medya imkânlarını kullanarak âdeta bir “tanrı” gibi Truman’ın hayâtını dakika dakika yönlendirir. Sosyal medyadaki hesapların isimleri de bizim isimlerimizi taşıyor, di mi?!
İşte hem “Başkanın Adamları” hem de “Truman Şov” filminde gözümüze sokarcasına ortaya konan gerçeklere rağmen, medyada gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz her şeye inanıyoruz.
“ENTELEKTÜEL FÂHİŞELER”
1880 yılında Karl Marx ile yaptığı röportajla ünlenen ve The New York Times gazetesi muhabirlerinden John Swinton (1830-1901), meslektaşları tarafından kendi şerefine düzenlenen bir yemekte, medyayı anlatan şu konuşmayı yapmıştır:
“Dünya târihinde hiçbir zaman ‘özgür, bağımsız basın’ diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de. Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesâret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın basılmayacağını bilirsiniz. Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için haftalık bir ücret ödüyor. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar aptal olan herhangi biri, kapıya konacak ve başka bir iş aramak zorunda kalacaktır. Gazetecilerin işi, gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sâhiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de. Öyleyse şimdi burada ‘bağımsız, özgür basının şerefine’ kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahne arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler, ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Yeteneklerimiz, imkânlarımız ve hayatlarımız, hepsi başkalarının malı. Bizler entelektüel fâhişeleriz.”
John Swinton, bunları söylediğinde henüz televizyon, radyo ve sosyal medya yoktu. Acaba şimdi olsa konuşmasının son cümlesi ne olurdu?