İstanbul
Açık
16°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Umberto Eco’nun ünlü romanı Gülün Adı: Labirentte bilgi ve iktidar

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

GİRİŞ

Bugün sizlerle Umberto Eco’nun ünlü romanı Gülün Adı hakkında konuşmak istiyorum. Umarım keyifle okuyacağınız bir hafta sonu yazısı olur.

Umberto Eco, Gülün Adı’nda bir ortaçağ manastırında işlenen seri cinayetleri ve bu cinayetlerin Baskerville’li William tarafından nasıl çözüldüğünü anlatır. Tabii ki Eco okuyucuyu bir polisiye muammanın sürükleyiciliğiyle manastırın soğuk taşlarına çağırırken, asıl tartışmayı başka bir yerde kurar: Bilgiye erişim, yorum tekeli ve mülkiyet düzeni üzerinden iktidarın anatomisi. Ortaçağ Avrupası’nda “kutsal bilginin” kim tarafından öğrenileceği, nasıl okunacağı ve hangi amaçla dolaşıma sokulacağı yalnızca entelektüel bir mesele değildir; doğrudan egemenliğin ve iktidarın meşrûiyetinin kaynağıdır. Roman bu yüzden, ardışık ölümlerin gizeminden çok, bilginin nasıl saklandığını ve iktidarın bu saklama tekniğinden nasıl beslendiğini anlatır. Gelin önce sahneyi kısaca hatırlayalım, sonra iktidarın ekonomi politiğine doğru labirente girelim.

ROMANIN KISA ÖZETİ

Yıl 1327… Bir Benedikten manastırına gelen bilge Fransisken rahip Baskerville’li William ve genç çırağı Melk’li Adso, kısa aralıklarla yaşanan esrarengiz ölümleri soruşturur. Manastırdaki keşiş cinayetlerinin odak noktası Kütüphanedir. Kütüphane hem o dönemdeki en büyük kütüphanedir hem de manastırın kalbini teşkil eder. Romanda anlatılan Kütüphane labirent şeklinde bir kütüphanedir: el yazmaları, kataloglarda şifrelenmiş sistemlerle ayrılmış; “yasak raflar” ve “kimsenin girmemesi gereken” bölümler vardır. Öte yandan cinayet soruşturmasının devam ettiği sürede manastırda aynı zamanda Papalık ile İmparatorluk heyetleri arasında “Hz. İsa’nın fakir olup olmadığı” hakkında bir münazara vardır. İmparatorluğun temsilcisi William’ın da mensubu olduğu Fransisken rahipleri iken, Papalığın temsilcisi de Dominiken rahipleridir. Bu münazaranın etrafında manastır dışındaki siyasi gerilim manastır içinde tarikatlar arası tartışmalara yansır. İlk bakışta “Hz. İsa’nın fakir olup olmadığı” anlamsız bir tartışma gibi görünse de, bu tartışma, Katolik Kilisesi’nin iktidarının meşruiyetinin sorgulandığı bir tartışmadır. Bu olaylar arka planının önünde ise Baskerville’li William’ın katilin peşinde iz sürüşü hep metinlerin, yorumların, katalogların çevresinde döner, çünkü cinayetin de siyasetin de merkezi Kütüphane’dir. Eco, polisiye örgüye sadık kalırken dahi okuru “kimin konuşabildiği, kimin gülebildiği, kimin okuyabildiği” sorularına götürür.

ORTAÇAĞ’DA İKTİDARIN EKONOMİ POLİTİĞİ

İncil-i Şerif’te Hz. İsa, Romalı vergi memurlarını itiraz eden Havarilerine “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Allah’ın hakkı Allaha!” diye müdahale eder. Bu söz farklı Hristiyan mezheplerince – tabii ki ekonomi politik çerçevesinde – farklı biçimde yorumlanmıştır. Örneğin Ortodoks Kilisesi’nde Sezar’ın kılıcı da, Allah’ın kılıcı da Sezar’ın elindedir. Yani devlet dini yönlendirir ve kendi çıkarları konusunda meşruiyet üretme aygıtı olarak kullanır. Katolik Kilisesi yorumunda ise Sezar’ın – yani dünyevi siyasi otoritenin- kılıcı da, Allah’ın kılıcı da Kilise’nin elindedir. Yani gerçek iktidar Kilise’nindir. Kilise krallara ve imparatorlara taç giydirir, bu iktidarın doğal sonucu Papalık ve Katolik Kilisesi’nin servet ve mülk elde etmesidir. Sahip olduğu iktidarın meşruiyeti ise kutsal olan bilgiye sahip olmasıdır. Bu yüzden bilgi rahip sınıfının elinde bir sır gibi saklanır ve kimseyle paylaşılmaz. Bu anlamda romanda manastır bir ibadet mekânı olduğu kadar iktisadi ve siyasi bir kurumudur: Toprak gelirleri, ondalıklar, bağışlar, himaye ağları; kısacası “kutsal” ile “mülk”ün kesiştiği bir dünyadan söz ediyoruz. Papalık–İmparatorluk (Kutsal Roma Germen İmparatoru Bavyeralı Ludwig) çekişmesi bu zeminde anlam kazanır: kimin taç giydireceği, kimi atayacağı, hangi hukukun uygulanacağı—bunların tümü mali ve idari kaynakların kontrolüyle ilgilidir. Tarikatlar bu düzenekte farklı rolleri üstlenir: Fransiskenler, yoksulluk ideali üzerinden vicdanın sesinin konumundayken; Dominikenler ise iktidarın ve onun soruşturma aygıtının taşıyıcısıdır. Eco’nun manastırı, bu tarihî çatının bir mikrokozmosudur. “Hakikat” yalnızca bir inanç ilkesi olarak değil, kaynak tahsisi ve hiyerarşi üretimi olarak da kurulur: Bir metni kim açıklayacak? Hangi metin “doğru” kabul edilecek? Hangi bilgi dolaşıma girecek, hangisi mühürlenecek? Bu soruların yanıtı, doğrudan meşruiyet ve gelir demektir.

HZ. İSA’NIN FAKİRLİĞİ TARTIŞMASI: TEOLOJİDEN EKONOMİ POLİTİĞE

Ortaçağ teolojisinin teknik diliyle söylersek düğüm noktası dominium (mülkiyet) ile usus (kullanım) arasındadır. Bilindiği üzere bütün Hristiyan mezheplerince Kilise Hz. İsa’nın ve Allah’ın yeryüzündeki temsilcisidir. Böyle olunca Kilise mensuplarının da Hz. İsa’yı örnek alması gerekir. Böyle olunca, Hz. İsa ve Havariler eğer hiçbir şeye sahip olmadıysa, o zaman Kilise’nin geniş mülk ve gelir birikiminin de olmaması gerekir. Yani Hz. İsa’nın fakir olması demek, Katolik Kilisesi’nin ne mülke ne de dünyevi iktidara sahip olmaması anlamına gelir. Bu ise Kilise iktidarının teolojik meşruiyetini doğrudan hedef alır. Romanda dedektifimiz William’ın mensubu olduğu Fransiskenler “Hz. İsa’nın fakir olduğunu”, dolayısıyla, Kilise iktidarının da dinen meşru olmadığını savunur. Karşı tarafta yer alan Dominikenler ise tam tersini savunur. Hz. İsa’nın fakir olduğu iddiası—özellikle Fransisken geleneğin mistik kanadında—yalnız bir ahlak çağrısı değildir; kurumsal servet mimarisine ayna tutar. Buna karşılık mülkiyeti savunan çizgi yani Dominiken tarikatı, yoksulluk idealini “ruhsal disiplin” olarak daraltır ve manastırların, piskoposlukların mali sürdürülebilirliğini dinî bir zorunluluk olarak yeniden çerçeveler. Eco bu gerilimi manastırın gündelik pratiklerine sızdırır: kimin hangi metne ulaşacağı; hangi yorumun geçerli sayılacağı; “gülmenin” bile—ciddiyeti delip korkuyu çözdüğü için—otorite açısından nasıl “tehlikeli” görülebileceği… Böylece yoksulluk tartışması, doktrin ile doğruluk üretim teknikleri (soruşturma, kataloglama, yasaklama) arasında gidip gelen bir ekonomi politik meselesi hâline gelir.

KÜTÜPHANE: CİNAYET MAHALLİ OLMANIN ÖTESİNDE BİR İKTİDAR MERKEZİ

Eco’nun kütüphanesi yalnız kitapların bekleme odası değildir; güç üretme makinesidir. Üç halkalı bir düzenek gibi işler: Birincisi bilgiye erişimi, ikincisi bilginin yorumlanmasını ve üçüncüsü de bilginin dolaşımını denetler ve yönetir. İsterseniz bunu açalım:

BİLGİYE ERİŞİM:

Kütüphanenin labirent şeklinde planı, yön duygusunu bozan mimarisi, “yetkilendirilmiş” haritalar ve anahtarlar, bilginin kapısını birkaç kişi dışında herkese kapatır. Bu ise Kütüphaneyi bilgi sahibi olmaya dayanan bir hiyerarşi aygıtına dönüştürür. “Kim girebilir?” sorusu, “kim hükmeder?” sorusunun ikizidir.

BİLGİNİN YORUMLANMASI:

Bir metnin “doğru” anlamını kim tayin edecektir? Burada teoloji, semiyotiğe dönüşür: ad–şey ilişkisini kim kuruyorsa dünyayı o çerçeveler. Eco’nun başlıktaki Gül simgesi bu yüzden kasıtlı olarak çokanlamlıdır; tek bir kilit vermez. Hele “gülme”—Eco’nun merkezî gerilimlerinden biri—ciddiyet perdesini yırtıp itaati zayıflattığı için otoritenin en tedirgin olduğu eylemlerden biri hâline gelir.

BİLGİNİN DOLAŞIMI:

El yazmalarının çoğaltımı, ödünç verme rejimi, dış dünyayla değiş-tokuş kanalları; tümü yapay kıtlık üretir. Kıtlık itibar doğurur; itibar otorite rantınI, otorite de sansür tekniklerinİ yaratır… Bu döngü çalıştığı sürece Kütüphane, Kilise iktidarının sembolü ve işlemsel merkezidir.

Eco, kütüphaneyi “yasak metinler + şifreli katalog + hiyerarşik anahtarlar” üçgeniyle kurarken, aslında bilgi ile iktidarın birbirini doğurduğunu gösterir. Manastırın karanlık dehlizlerinde yürürken okur şunu hisseder: Hakikati kimin tanımladığı, hangi metnin konuştuğu ve kimin gülebildiği—bütün bunlar, cinayetin ötesinde bir rejim sorusudur.

GÜNÜMÜZE KÖPRÜ: KAMUSAL BİLGİ, MİZAH VE MEŞRUİYET.

Bilgi toplumunun kuruluş eşiğinde meşruiyet artık kamusal bilgi, şeffaflık ve denetlenebilirlik üzerinde yükselir. Kapalı arşivlerin, mühürlü katalogların ve “yetkiyle giriş” rejimlerinin modern karşılıkları, bugün çoğu kez kapalı veri tabanları, gizli protokoller ve algoritmik duvarlardır. Fakat çağın rüzgârı ters yönden eser: Ne kadar kapatırsanız o kadar meşruiyet erozyonu yaşarsınız. Bu yüzden despot rejimler düşünce özgürlüğünde olduğu kadar mizaha da tahammülsüzdür; çünkü mizah, korkuyu çözer, otoritenin en sevmediği şeyi yapar: ciddiyeti kırar. Korkunun çözülmesi ise itaatin çözülmesi demektir. Burada durup düşünmemiz gerekir: Bugün dünyadaki otoriter rejim yöneticilerini gülerken, eğlenirken veya kendilerini taklit eden komedyenleri hoşgörüyle izlerken göremezsiniz. Daima sert, çatık kaşlı bir profilleri vardır.

Kısa vadede bilgi tekeli gücü tahkim eder gibi görünür; orta ve uzun vadede ise yenilenmeyi, verimliliği ve güveni aşındırır. Bilgi sızıntıları, karşı-anlatılar, kamusal denetim talebi ve dijital çoğaltım kapasitesi, kapalı rejimlerin “labirentlerini” içerden kemirir. Romanda, Eco’nun manastırında kütüphane nasıl yangın ve yıkımla yüzleşiyorsa, modern sansür aygıtları da meşruiyet yangınlarıyla sınanır: Bir kez güven kaybı başladığında, yeni bilgi üretimi ve toplumsal rıza mekanizmaları çalışmaz hâle gelir.

Bu yüzden bugün, kamusal bilginin kurumsallaşması—açık arşivler, erişilebilir veri, bağımsız denetim, özgür basın ve üniversite—yalnız “ahlaki” bir ideal değil, siyasî ve iktisadî bir zorunluluktur. Mizahın korunması da öyle: Soru sorma özgürlüğünün pratik tekniğidir mizah; korkuyu buharlaştırır, iktidarı insanîleştirir, yanılabilir kılar. Yanılabilir olduğunu kabul etmeyen iktidar ise, kendi hatalarını göremediği için sürdürülemez hâle gelir.

SONUÇ

Gülün Adı, bir “katil kim” romanından fazlası: Bilgiye erişim, yorum tekeli ve mülkiyet doktrinleri üzerinden Ortaçağ iktidarının nasıl kurulduğunu ve nasıl çözüldüğünü anlatan bir ekonomi politik alegorisi. Eco’nun labirent kütüphanesi, bugünün kapalı arşivlerine ve sansür aygıtlarına ayna tutar. Meşruiyetin temeli kamusal bilgi ve özgür tartışmadır; mizah bu temelin bekçisidir. Despotik sansür kısa süreli sükûnet sağlayabilir; fakat bilginin dolaşımını kesen her rejim kendi dayanağını kemirir. Sonunda çoğu kez geriye—Eco’nun meşhur cümlesindeki gibi—yalnızca adlar kalır: Hakikatin canlı dolaşımını sağlayan açık kurumlar inşa edilememişse, hiçbir “labirent” iktidarı ebediyen tutamaz.

İşte bu nedenle Gülün Adı, yalnız bir manastırın taş duvarları arasında değil, bugünün kamusal meydanlarında da okunması gereken bir eserdir: Bilginin saklandığı yerde iktidar katılaşır; bilginin paylaşıldığı yerde ise iktidar meşruiyet kazanır.

 

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...