Yeni Birlik Gazetesi
İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Geçmişten bugüne Cumhuriyet ve Demokrasi – II: Türkiye’de Cumhuriyetçi – Demokrat Çatışması

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Cumartesi günkü yazımda Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarının antik Roma ve Yunan’daki anlamından modern çağda değişmiş halleriyle olan karşılığına nasıl evrildiğini anlatmıştım. Cumhuriyet ve Demokrasi özü itibariyle tiranlık ve oligarşilere karşıdırlar. Temel olarak özgür ve bilinçli olarak bir toplumun üyesi olan vatandaşların yönetime katılması ve yönetimi denetlemesini öngörürler. Bu süreçte, doğal olanı, Cumhuriyet ve Demokrasinin birbirini tamamlamasıdır. Cumhuriyet bir demokrasinin yaşaması için gerekli olan “iktidarın güç sınırlarını”, erkler ayrılığını ve halkın ortak amaç ve değerlerini yansıtan kurallar bütününü temin ederken, Demokrasi de bir cumhuriyetin var oluş sebebini, kalbi ve ruhunu oluşturur: Yani halkın kendi kendini idaresi. Ancak birçok Cumhuriyet vardı ki, bürokratik elitizm bireylerin özgürlüğü ve eşitliğini kısıtlar, halkın demokratik denetim ve yönetim haklarını budar. Eski SSCB, bugünkü İran ve Kuzey Kore bu gibi Cumhuriyetlerdir. Öte yandan Demokrasi’nin de her zaman çeşitli sebeplerle popülist iktidarlar eliyle “çoğunluğun tiranlığına” dönüşme eğilimi vardır. Yani Cumhuriyet ve Demokrasi birbirini tamamlamakla birlikte, çok kırılgan bir zeminde dururlar. Cumhuriyetçiler adalet ve bağımsızlığı koruyalım derken eşitlik ve özgürlüğün kaybına, demokratlar da eşitlik ve özgürlüğü koruyayım derken adalet ve bağımsızlığın kaybına yol açabilirler.

Bugün yukarıda belirttiğim ana fikir etrafında Türkiye’nin 102 yıllık hikayesinde Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarının – yanlış bir algıyla- birbiriyle çatışma sürecini anlatmaya çalışacağım. Bilelim ki, Demokrasi ve Cumhuriyet kavramlarının çatışması bir yana, bu kavramlar birbirinin tamamlayıcısıdır. Ancak yeterince vatandaşlık bilincine sahip olmayan bireyler ve zümreler elinde bu iki kavram çatışmanın iki tarafı gibi görülmektedir.

GİRİŞ – 1923 CUMHURİYETİ: HALK EGEMENLİĞİ Mİ, KURUCU ELİTLERİN VESAYETİ Mİ?

Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te yalnızca bir rejim değişikliğiyle değil, aynı zamanda egemenliğin kaynağının yeniden tanımlanmasıyla doğdu. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, Osmanlı’nın teokratik-monarşik düzeninden köklü bir kopuşu ifade ediyordu. Ancak bu yeni egemenliğin nasıl kullanılacağı meselesi, Cumhuriyet’in en temel tartışması haline geldi.

Cumhuriyet, bir halk devrimi olmasına rağmen başlangıçta elitler eliyle inşa edilmiş bir modernleşme projesiydi. Savaşın yorgunluğu, okuryazarlık oranının düşüklüğü ve kurumların zayıflığı, siyasal gücün geniş kitlelere devredilmesini zorlaştırıyordu. Bu nedenle kurucu kadro, demokrasiyi bir “hedef”, Cumhuriyet’i ise o hedefe götürecek bir “araç” olarak gördü.

Atatürk ve arkadaşları, yeni bir toplum yaratmak için önce devletin aklını ve yönünü belirlemeyi gerekli buldular. Halk adına konuşan bir kurucu irade vardı; ancak halkın doğrudan siyasal katılımı sınırlıydı. Bu durum, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “koruyucu vesayet” anlayışını doğurdu: Halk egemenliği, halk adına ama halkın dışında örgütlenen bir elitin rehberliğinde uygulanıyordu.

Böylece Türkiye’de Cumhuriyet, demokrasinin temeli olarak değil, çoğu zaman onun ön koşulu ya da alternatifi gibi algılanmaya başladı. Bu gerilim, Türk siyasal hayatının neredeyse bütün yüzyılına yön verecek uzun bir tartışmanın kapısını araladı.

TEK PARTİ DÖNEMİ (1923–1946) – CUMHURİYET VAR AMA DEMOKRASİ SINIRLI

Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılı, Türkiye’nin hem siyasal hem toplumsal temellerini yeniden kurma süreciydi. Devletin laikleşmesi, hukuk sisteminin yenilenmesi, eğitimde birliğin sağlanması ve ekonomik kalkınma hedefiyle gerçekleştirilen reformlar, modern bir ulus-devlet inşa etme iradesinin göstergesiydi. Ancak bu dönüşüm süreci, geniş halk katılımına dayanan bir demokratik müzakereyle değil, yukarıdan aşağıya bir “devrimci devlet aklı” ile yürütüldü.

1925’teki Şeyh Sait İsyanı ve ardından gelen Takrir-i Sükûn Kanunu, siyasi çoğulculuğu neredeyse tamamen ortadan kaldırdı. Cumhuriyet Halk Fırkası, yalnızca bir parti değil, aynı zamanda devletin kimliğini temsil eden bir kurum haline geldi. Meclis, yürütmenin denetim organı olmaktan ziyade onun uzantısına dönüştü.

Bu dönemde halkın yönetime katılımı sınırlıydı; ancak devletin toplum üzerindeki dönüştürücü etkisi son derece güçlüydü. “Cumhuriyet erdemi” halkın eğitilmesi, modernleşmesi ve “vatandaşlık bilincine erişmesi” olarak yorumlanıyordu. Dolayısıyla demokrasi, halkın oy hakkından ziyade “halkı olgunlaştırma” süreci olarak görüldü.

Tek Parti Dönemi, Cumhuriyet’in kurumsal temelini atarken, demokrasinin kültürel temellerini erteledi. Bu, Cumhuriyet’in güçlü bir devlet mirasıyla ama zayıf bir katılım geleneğiyle geleceğe taşınmasına neden oldu.

DEMOKRAT PARTİ VE SONRASI (1950–1960) – DEMOKRASİ YÜKSELİYOR CUMHURİYETÇİ KURUMLARLA ÇATIŞMA

1950 seçimleriyle Türkiye’de ilk kez barışçıl biçimde iktidar değişimi yaşandı. Bu olay, demokrasinin kurumsal olgunluğundan çok, halkın değişim isteğinin bir göstergesiydi. Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, Cumhuriyet’in başından beri süren “halk ile devlet arasındaki mesafeyi” kısmen kapattı. Devletin dili sadeleşti, dinî ve geleneksel duyarlılıklar kamusal alanda daha görünür hale geldi. Fakat bu süreç aynı zamanda, Cumhuriyet’in kurucu kurumlarıyla —özellikle bürokrasi, ordu ve yargı ile— sarsıcı bir gerilimi de beraberinde getirdi.

Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti, halkın iradesini doğrudan siyasetin merkezine yerleştirirken, zamanla “çoğunlukçu” bir anlayışa kaydı. Meclis çoğunluğu, basın ve muhalefet üzerindeki denetimini artırdı; iktidarı eleştirenler “milli iradeye karşı” olmakla suçlandı. Bu durum, Cumhuriyetçi kurumlarda “demokrasi Cumhuriyet’i tehlikeye atıyor” endişesini doğurdu.

Sonuçta, 27 Mayıs 1960 darbesi bu gerilimin dramatik bir sonucuna dönüştü. Askerî müdahale, görünürde Cumhuriyet’i “koruma” iddiasıyla yapıldı ama aslında Türkiye’de demokrasinin kırılganlığını gözler önüne serdi.

Demokrat Parti dönemi, Türkiye’de halk egemenliğinin yükselişini simgelerken, aynı zamanda Cumhuriyet ile demokrasi arasındaki tarihsel güvensizliğin de başlangıç noktası oldu.

ASKERÎ MÜDAHALELER VE VESAYET – “CUMHURİYETİ KORUMA” ADINA DEMOKRASİYE MÜDAHALELER

1960 darbesiyle başlayan dönem, Türkiye’de siyasal iktidarın yalnızca sandıkla değil, aynı zamanda “kurumsal vesayet” mekanizmalarıyla sınırlandığı bir döneme dönüştü. Ordunun, yargının ve bürokrasinin önemli bir bölümü kendisini “Cumhuriyet’in bekçisi” olarak tanımlarken, demokratik siyaset bu sınırların içinde hareket etmek zorunda kaldı.

1961 Anayasası, bireysel hak ve özgürlükler açısından ilerici hükümler taşısa da, aynı zamanda güçlü bir vesayet sistemi inşa etti: Milli Güvenlik Kurulu, üniversiteler, yüksek yargı organları ve basın üzerindeki dolaylı denetim araçlarıyla siyasal karar süreçleri sürekli gözetim altında tutuldu. Bu düzen, “halkın temsilcileri”ne karşı “devletin aklı”nın üstünlüğünü koruyan bir denge oluşturdu.

1971 ve 1980 müdahaleleri, Cumhuriyet’i “koruma” gerekçesiyle demokrasiyi askıya aldı. Ancak her müdahale, Cumhuriyet’in değerlerini güçlendirmek yerine, demokratik kurumlara olan güveni zayıflattı. Halkın iradesi “tehlikeli” görüldükçe, demokrasi yalnızca denetim altında izin verilen bir süreç haline geldi.

Sonuçta Cumhuriyet, özgürlükle değil, kontrolle özdeşleştirilmeye başladı. Devletin bekası uğruna halkın iradesi sınırlandıkça, demokrasi “Cumhuriyet’in hasmı” gibi algılanmaya başladı. Böylece Türkiye’de Cumhuriyet ve demokrasi, tarihsel olarak birbirini tamamlamak yerine birbirine karşıt iki güç olarak konumlandı.

2000’LER SONRASI – ÇOĞUNLUKÇU DEMOKRASİ VE CUMHURİYETÇİ KURUMLARIN ZAYIFLAMASI

2000’li yıllar, Türkiye’de demokrasinin sandık merkezli bir kimliğe büründüğü ve Cumhuriyet’in kurumsal dengelerinin giderek zayıfladığı bir dönem oldu. Avrupa Birliği süreci başlangıçta demokratikleşme ve hukuk reformları açısından umut verse de, zamanla bu ivme yerini çoğunlukçu bir siyaset anlayışına bıraktı. “Milli irade” kavramı, halk egemenliğinin simgesi olmaktan çıkıp, neredeyse tüm iktidar tasarruflarını meşrulaştıran bir söyleme dönüştü.

Bu süreçte yargı bağımsızlığı, medya özgürlüğü ve kurumsal denge mekanizmaları aşındı. Yasama, yürütme karşısında etkisizleşti; bürokrasi liyakat yerine sadakat eksenine kaydı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte yürütme gücü kişiselleşirken, “cumhuriyetçi fren sistemleri” neredeyse tamamen ortadan kalktı.

Toplumun geniş kesimleri, devletin yurttaş üzerindeki rehberlik rolünü değil, hakemlik ve denge rolünü arar hale geldi. Demokrasi, çoğunluğun oyuna indirgenirken, Cumhuriyet’in “kamusal erdem” fikri zayıfladı.

Sonuçta Türkiye, artık ne tam anlamıyla demokratik ne de klasik anlamda cumhuriyetçi bir rejim görünümünde. Bu tablo, yalnızca siyasal bir kriz değil, aynı zamanda ahlaki ve kurumsal bir yorgunluk işaretidir: Halkın iradesi ile devletin aklı arasında kalıcı bir uyum kurulamadıkça, Cumhuriyet de demokrasi de gerçek anlamını bulamıyor.

GENEL DEĞERLENDİRME – TÜRKİYE’DE KAVRAMLARIN BİRBİRİNİ TAMAMLAMAK YERİNE ÇATIŞMA ZEMİNİ OLUŞTURMASI

Cumhuriyet ve demokrasi, Türkiye’de bir asırdır birbirini tamamlayacak iki değer olmaktan çok, çoğu zaman birbiriyle rekabet eden iki siyasi kimliğe dönüştü. Cumhuriyet, “devleti ayakta tutan akıl ve düzeni”; demokrasi ise “halkın değişim talebini” temsil etti. Bu iki damar arasındaki gerilim, Türk siyasetinin ana eksenini belirledi: Biri özgürlükle, diğeri istikrarla özdeşleşti.

Ne var ki bu ayrım, zamanla bir felsefi farklılıktan ziyade bir sosyolojik kutuplaşma halini aldı. Cumhuriyetçi elitler halkın tercihlerine kuşku ile bakarken, demokratik çoğunluklar da cumhuriyetin kurumlarını vesayet odağı olarak görmeye başladı. Böylece iki meşruiyet anlayışı ortaya çıktı: Biri “halk adına”, diğeri “devlet adına” konuştu.

Oysa Türkiye’nin asıl ihtiyacı, bu iki meşruiyet kaynağını çatıştırmak değil, birleştirmekti. Cumhuriyet, halkın katılımıyla güçlendiğinde; demokrasi, kurumsal dengeyle güvence altına alındığında olgunlaşabilir.

Bugün, 102 yıllık deneyim bize şunu öğretiyor: Cumhuriyet demokrasisiz otoriterleşir, demokrasi cumhuriyetsiz yozlaşır. Türkiye’nin geleceği, bu iki geleneğin ahenk içinde yeniden tanımlanmasına bağlıdır. Çünkü özgürlük, düzen olmadan; düzen de özgürlük olmadan kalıcı olamaz.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...
tracking pixel