İstanbul
Açık
10°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Hegemon, para ve ahlak: FED’in yaratıcı yıkım çağı

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

40 yıldır FED, Volcker’dan Powell’a uzanan bir çizgide fiyat istikrarı ve kurumsal bağımsızlık üzerinden ABD hegemonyasının “güven makinesi” gibi çalıştı. Trumpçı dönemde ise aynı kurum, kısa vadeli büyüme ve iç siyaset baskısıyla yeniden şekillendirilmek isteniyor. Soru şu: Bu bir Schumpeterci “yaratıcı yıkım” mı, yoksa hegemonun ahlaki zeminini aşındıran bir kurumsal çürüme mi?

1.GİRİŞ:

Geçen yazıda soruyu basit koymuştum:

“Trump, FED’in başına Kevin Hassett gibi “yerli ve milli” para politikasına yatkın bir ismi getirirse ne olur?”

Orada meseleyi daha çok bugünün üzerinden tartıştık. Biraz daha yüksek enflasyon, biraz daha zayıf dolar, daha az dış ticaret açığı… Ve bütün bunların, Trump’ın muhafazakâr küçük tüccar–KOBİ seçmenine nasıl hitap ettiğini anlattım. Yani “Trump Holding”in CFO arayışını konuştuk.

Bugün ise aynı soruyu bir adım geriden soralım:

“FED’in başındaki isimden çok, kurumun kendisi nasıl bir dönüşüm yaşıyor? Volcker’dan Trump’a uzanan çizgi, ABD hegemonyasının ahlaki ve kurumsal hikâyesini bize nasıl anlatıyor?”

Bu yazıda tam da bunu yapacağım. Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramını merkez bankacılığına uygulayacağım; ardından da “Ahlakın Ekonomi Politiği” çerçevesinden bağımsız kurumlar–siyasal iktidar–meşruiyet üçgenine bakacağım.

2. VOLCKER’DAN POWELL’A: FED’İN UZUN DÖNGÜSÜ

FED’in son 40 yılı aslında bir isimler listesinden ibaret değil:

Volcker, Greenspan, Bernanke, Yellen, Powell…

Bu isimler aynı zamanda ABD hegemonyasının para rejiminin evreleri.

Volcker dönemi 1970’lerin yüksek enflasyon krizinden doğdu. Fiyatlar kontrolden çıkmış, doların itibarı aşınmıştı. Volcker, faizleri acımasızca yükselterek enflasyonu kırdı. İşsizlik arttı, küçülme yaşandı ama FED, siyasetçilere şunu gösterdi: “Gerekirse size rağmen yaparım.” Böylece iki şey inşa edildi:

Bir, enflasyonu gerçekten ciddiye alan bir merkez bankası imajı.

İki, gerektiğinde siyasetle çatışabilecek kurumsal otorite.

Sonra sahneye Greenspan dönemi çıktı. Uzun büyüme yılları, düşük enflasyon, “Great Moderation” diye pazarlanan bir istikrar hikâyesi… FED, piyasalarda neredeyse bir “koruyucu melek” gibi görülmeye başlandı. Faiz indirimleriyle balonların acısını yumuşatmaya çalışan, her krizde imdada yetişen bir kurum. Ancak bu dönemin karanlık yüzü de vardı: Dot-com balonu, varlık fiyatı şişmeleri, finansal serbestleşmenin denetimi aşındırması… Greenspan’in “piyasa her şeyi çözer” özgüveni, 2008’de ağır bir fatura hâlinde geri döndü.

Bernanke ve ardından Yellen işte bu enkazın üzerine geldiler. 2008 krizi, faizleri sıfıra indiren ve FED bilançosunu tarihte görülmemiş ölçüde şişiren bir dönemi başlattı. Niceliksel genişleme (QE) programları, tahvil alımları, likidite enjeksiyonları… FED artık sadece enflasyonu kontrol eden bir kurum değildi; sistemi hayatta tutan son kurtarıcı rolünü üstlenmişti. Bu, para politikasının doğasını değiştirdi:

Merkez bankası bir yandan fiyat istikrarını gözetiyor, öte yandan finansal piyasaların çöküşünü önleyen “ateş söndürücü” olarak çalışıyordu.

Ardından Powell dönemi geldi. Pandemi şokunun ardından enflasyon geri döndü. Önce “geçici” dendi, sonra faiz artışlarıyla fren yapılmaya çalışıldı. Aynı anda FED, devasa bilançosunu küçültmek (QT) ve siyasetten gelen baskılara karşı durmak zorundaydı. Powell’ın en kritik özelliği şuydu:

Bir yandan Volcker geleneğinden gelen “fiyat istikrarı ciddidir” mesajını korumaya çalıştı; diğer yandan Trump dâhil siyaset sınıfından gelen sert eleştirilerle yüzleşti. Yani FED, “bağımsız ama kuşatma altında” bir kurum görüntüsü verdi. Kısacası Volcker’dan Powell’a uzanan bu uzun döngü, FED’i ABD hegemonyasının teknik beyni hâline getirdi. Görevi sadece faiz ayarlamak değildi; doların itibarını, küresel finansal sistemin güvenini ve hegemonun ahlaki zeminini birlikte taşımaktı.

Trumpçı proje ise tam burada devreye giriyor: Bu “beyni” bağımsız bir teknokrat aygıtı olmaktan çıkarıp, doğrudan siyasal iradenin emrine sokmak istiyor.

Devamında sorumuz şu olacak:

“Bu süreç, Schumpeter’in dediği gibi gerçekten ‘yaratıcı’ bir yıkım mı, yoksa hegemonun para düzenini, ahlaki ve kurumsal ayağından çürüten bir dönüşüm mü?”

3. MERKEZ BANKACILIKTA SCHUMPETERCİ BİR “YARATICI YIKIM” MI YAŞANIYOR?

Schumpeter, kapitalizmi “yaratıcı yıkım” süreci olarak tanımlar. Eski üretim kalıpları, eski firmalar ve eski teknolojiler, yeni kombinasyonlar tarafından tasfiye edilir. Yıkım vardır ama bu yıkım, uzun vadede daha yüksek verimlilik ve yenilik getiren bir inşa sürecine bağlıdır. Eski fabrika kapanır; ama yerine daha üretken bir yapı gelir.

Bugün para politikası cephesinde yaşanan gerilim, aslında bu şemanın kurumsal düzeydeki bir versiyonuna benziyor. Belki de artık merkez bankacılığın klasik modeli –düşük enflasyon, dar bir enstrüman seti, siyasal iktidardan olabildiğince uzak durmaya çalışan teknokrat yapı– tarihsel olarak miadını dolduruyor. Dijital paralar, devasa merkez bankası bilançoları, sürekli kriz hâli, finansallaşmanın geldiği uç noktalar, iklim ve jeopolitik şoklar derken; “eski usul” para rejimi bu yeni dünyayı taşımakta zorlanıyor.

Trumpçı baskıyı bu çerçevede okumak mümkün: FED’i, sadece fiyat istikrarına bakan teknokrat bir kurum olmaktan çıkarıp, büyüme–istihdam–ticaret açığı–jeopolitik rekabet gibi başlıklara daha açıktan angaje olmaya zorlayan bir siyasal müdahale bu. İyimser bir Schumpeterci okumaya göre, bu baskı FED’i yeni dünyanın risklerini daha bütüncül gören, istihdam, büyüme, finansal istikrar ve hatta iklim riskini birlikte dikkate alan, daha “demokratik” bir para politikasına doğru evriltebilir. Kötümser okumaya göre ise “yaratıcı” kısmı zayıf, “yıkım” kısmı güçlüdür; kurumun bağımsızlığı erozyona uğrar, kısa vadeli siyasi kazanımlar uğruna doların uzun vadeli güveni yakılır.

Tam da bu nedenle soru basitleşiyor: “Trump’ın ‘yerli ve milli’ para politikası, gerçekten yeni ve daha işlevsel bir kurumsal kombinasyon mu; yoksa Schumpeter’in tarif ettiği yaratıcı yıkımı taklit ederken, geride sadece kurumsal moloz yığını mı bırakacak?”

4. AHLAKIN EKONOMİ POLİTİĞİ: BAĞIMSIZ KURUMLAR, SİYASAL İKTİDAR VE MEŞRUİYET

Benim açımdan asıl kritik olan nokta, bu dönüşümün ahlaki mimarisi. “Ahlakın Ekonomi Politiği adlı üzerinde hal-i hazırda çalıştığım bir kitap taslağı var. Burada sık kullandığım üçlü çerçeveyi sizlerle paylaşmak isterim: normatif ahlak, betimleyici ahlak ve meşruiyet.

Normatif ahlak, “ne yapılması gerektiğini” söyleyen ilkeler düzeyidir. Merkez bankası için bu; fiyat istikrarı, şeffaflık, hesap verebilirlik, uzun vadeli öngörülebilirlik demektir. Yani kural şudur: “Kim iktidarda olursa olsun, para politikasının temel çıpaları kolay kolay değişmez.”

Betimleyici ahlak, fiilen yapılanlara bakar. Seçim öncesi para musluğunu açmak, liderin hoşuna gitmeyen faiz kararlarını sosyal medyada hedef göstermek, kur ve piyasalar üzerinden günlük siyaset yapmak… Bunlar, normatif çerçevenin nasıl ihlal edildiğini gösterir.

Meşruiyet ise toplumun ve dış dünyanın şu soruya verdiği yanıttır: “Bu kurum adil ve öngörülebilir davranıyor mu?” İçeride vatandaş, dışarıda rezerv sahipleri ve yatırımcılar, kendi deneyimlerine bakarak bu soruya cevap verir.

FED bugüne kadar bu üçgende, normatif ilkeleri temsil eden bağımsız bir teknik otorite görüntüsüyle çalıştı. Volcker’dan Powell’a uzanan çizgi, her şeye rağmen “enflasyon ciddiye alınır, kurallar bir gecede değişmez, siyaset her istediğini yaptıramaz” mesajını verdi. Bu görüntü, dolar hegemonyasının sadece ekonomik değil, ahlaki zemininin de parçasıydı.

Trumpçı dönüşüm bu üçgende şu kaymayı yaratıyor:

Normatif çerçeve “fiyat istikrarı ve öngörülebilirlik”ten, “seçmenin çıkarı, yerli ve milli politika, hızlı büyüme” söylemine doğru çekiliyor. Betimleyici düzeyde FED’in davranışı, giderek daha fazla siyasal takvime ve liderin kısa vadeli önceliklerine endeksleniyor. Meşruiyet ise ikiye bölünüyor: İçeride, “bakın faiz indi, borsa çıktı” diyerek kısa vadeli bir popülerlik üretilebiliyor; dışarıda ise “bu para politikası seçimlere göre değişiyor, kurumsal yapının ağırlığı azalıyor” duygusu güçleniyor.

Ahlakın ekonomi politiği açısından bakınca, bağımsız kurumlar siyasal iradenin karşısında değil, yanında durur; ama ona gerektiğinde “dur” diyebildikleri ölçüde hegemona uzun vadeli meşruiyet kazandırırlar. FED’in susturulduğu bir Amerika’da dolar konuşmaya devam edebilir; fakat artık aynı tonda konuşmaz. Sesinin rengi değiştiğinde, hegemonun ahlaki kredisi de sessizce azalmaya başlar.

5. REZERV PARA VE HEGEMONYA: KURUMSAL YIKIMIN UZUN VADEDEKİ BEDELİ

Buradan sonra yeniden temel soruya dönmemiz gerekiyor: Bir hegemonu hegemon yapan şey nedir? Askerî güç, teknoloji, yumuşak güç… Evet, hepsi önemli. Ama asıl kritik unsur, kendi parasının rezerv para olmasıdır. Doları benzersiz kılan, sadece Amerikan ekonomisinin büyüklüğü değil; aynı zamanda bu paranın arkasındaki kurumsal mimaridir.

Rezerv para olmanın teknik koşulları bellidir:

Derin ve likit finansal piyasalar, hukuki güvence, öngörülebilir bir para politikası ve en önemlisi, kriz anında bile sözünü bozmayan bir merkez bankası. Dünyanın elindeki trilyonlarca dolarlık varlık, aslında FED’in “ben kuralları bir gecede değiştirmem” vaadine duyulan güvene dayanıyor.

Trumpçı çizgi tam burada bir çelişki üretiyor. İçeride “yerli ve milli” bir para politikası, hızlı büyüme, düşük faiz ve zayıf dolar üzerinden seçmen memnun edilmeye çalışılıyor. Ama aynı anda ABD’nin, dışarıya hâlâ “küresel kamusal mal sağlayıcı” gibi davranması, yani dolar üzerinden tüm sisteme istikrar sunması bekleniyor. İçeride siyasal takvime göre gevşetilen bir kurum, dışarıdan bakıldığında giderek daha fazla keyfî görünmeye başlıyor.

Volcker’ın FED’i, dünyaya acı reçete yazarken bile “kurallı” görünüyordu. Trump’ın FED’i ise, içeride alkış alsa bile dışarıda “öngörülemez bir liderin finansal aparatı” izlenimi yaratma riski taşıyor. Euro’nun, yuan’ın, bölgesel para bloklarının ve altının daha fazla konuşulduğu bir dönemde, bu izlenim tek başına bile güven erozyonu için yeterli olabilir. Doların yarın sabah tahtan indirileceği bir senaryo gerçekçi değil; ama yavaş işleyen bir itibar aşınması, dolar hegemonyasını kendi kendini yiyen bir yılana çevirebilir.

6. SONUÇ: YARATICI YIKIM MI KENDİNİ YİYEN YILAN MI?

Trump dönemi, merkez bankacılığın da bir Schumpeterci “yaratıcı yıkım” sürecine girdiği bir eşik olabilir. Volcker–Greenspan–Bernanke–Yellen–Powell hattının temsil ettiği teknokrat–liberal para rejimi sorgulanıyor; yerine daha siyasileşmiş, daha “yerli ve milli” olduğunu iddia eden bir model öneriliyor. Ama bu yıkımın yaratıcı mı, yoksa sadece tahripkâr mı olacağını belirleyecek olan, tam da ahlaki ve kurumsal sınırlar olacak.

Eğer FED bağımsızlık ve öngörülebilirlikten tamamen koparsa, bu süreç Schumpeter’in anlattığı anlamda “yaratıcı” bir dönüşüm olmaktan çıkar; hegemonun kendi para düzenini içeriden kemiren, “kendini yiyen yılan” türü bir sürece benzeyecektir. Belki Trumpçı FED deneyimi, bize basit ama unutulmuş bir gerçeği yeniden hatırlatacak: Ekonomide olduğu kadar siyasette de ahlak, sadece iyi niyet beyanı değil; kurumların uzun vadeli güven üretebilme kapasitesidir. Hegemonya bazen tanklarla değil, sessizce bozulmayan bir sözle ayakta kalır; o söz zayıfladığında ise, en güçlü para bile değerini yavaş yavaş içeriden kaybetmeye başlar.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...