İstanbul
Parçalı bulutlu
14°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce

Kapitalizmin ruh iklimi: Mokyr, Ülgener ve biz - I

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Teknolojik ilerleme, kurumlar ve coğrafya kadar, bir toplumun “ruh iklimi” de önemlidir. Joel Mokyr ile Sabri Ülgener’in fikirleri, Türkiye’nin kendi özgün kapitalizmini neden üretemediğini anlamak için güçlü bir çerçeve sunuyor.

1.GİRİŞ: KÂĞIT ÜZERİNDE KAPİTALİST BİR ÜLKE MİYİZ?

Bugün Türkiye’de kimle konuşsanız, kelimeler değişse de şikâyet benzer:

“Piyasa bozuldu”, “serbest rekabet yok”, “kurallar işlemiyor”, “Ahh, bu namussuz kapitalizm…”

Kâğıt üzerinde bakarsak bir “piyasa ekonomisi” içinde yaşıyoruz. Şirketlerimiz var, borsamız var, bankalarımız var, özel mülkiyet hukuken tanınıyor. Ama insanın içine sinmeyen bir şey var: Bu yapının altında yatan ruh iklimi, klasik kapitalist toplumlarınkine benzemiyor.

Tam da bu yüzden, bence soruyu biraz değiştirmemiz gerekiyor:

“Türkiye, gerçekten kendi özgün kapitalizmini üretebildi mi, yoksa yüz yıldır eksik, yarım kalmış bir kapitalizm mi yaşıyoruz?”

Bu soruya cevap ararken sadece faiz oranlarına, büyüme hızına, kur dalgalanmalarına bakamayız. Biraz daha derine, üç katmana aynı anda bakmak zorundayız: Toplumun zihniyet dünyasına, bu zihniyetin üzerine oturduğu kurumsal yapıya ve “yararlı bilgi”yi üreten, yayan bilgi düzenine…

Bu yazı dizisinde tam da bunu yapmaya çalışacağım. Bugün ilk adımda, modern iktisat tarihinin önemli isimlerinden 2025 Nobel İktisat Ödülü sahiplerinden olan Joel Mokyr ile benim Hocamın Hocası Sabri Ülgener üzerinden, kapitalizmin “zihniyet cephesine” bakacağım.

Sonraki yazılarda işin maddi taraflarına –coğrafya, savaşlar, toprak düzeni, sınıf yapısı, ticari ve finansal kurumlar– ve nihayet Türkiye–Rusya–Japonya karşılaştırmasına döneceğiz. Ama önce, şu meşhur soruyu soralım: Kapitalizm denen şey, sadece makinelerden ve bankalardan mı ibaret, yoksa arkasında bir ruh iklimi mi var?

2. JOEL MOKYR: AYDINLANMA “YARARLI BİLGİ” VE KABA İDEALİZMİN ÖTESİ

2.1. MOKYR NEYİ DERT EDİYOR?

Joel Mokyr, son yıllarda adını Nobel’le birlikte daha sık duyduğumuz bir iktisat tarihçisi. Onun derdi aslında çok basit bir sorudan çıkıyor:

“İnsanlık tarihinin binlerce yılında kişi başına gelir neredeyse yerinde sayarken, son iki–üç yüzyılda nasıl oldu da kalıcı bir büyüme ve teknolojik patlama yaşandı?”

Yani “niçin kapitalizm?” değil, ondan bile önce: “Niçin modern anlamda, sürekli bir yenilik rejimi ortaya çıktı?”

Mokyr’e göre bunun cevabı, sadece buhar makinesinde, tekstilde, kömür madenlerinde değil; bunların arkasındaki bilgi rejiminde saklı. Onun ana kavramı şu: “Useful knowledge”, yani yararlı bilgi... Buradaki yararlı bilgi sadece ansiklopedik bilgi değil; aynı zamanda doğayı anlamamıza, kontrol etmemize, üretimi dönüştürmemize yarayan, deney ve gözleme dayalı bilgidir.

Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte Avrupa’da şunu görüyoruz: Bilgi, kilisenin ve sarayın dar odalarından çıkıp kamusal alana taşınıyor. “Neden?” diye soran, şüpheci ve deneyci bir zihniyet güç kazanıyor. Ve en önemlisi: “İlerleme mümkündür ve iyidir” fikri, geniş kabul gören bir inanç haline geliyor.

Mokyr’in tezi şu: Teknolojik yenilikleri tek tek mucitlerin dehasına bağlamak eksiktir; esas kırılma, bilginin statüsünün değişmesi. Bu zihniyet değişimi ile birlikte bilgi artık sır olmaktan çıkar, miras bırakılabilen, üzerine ekleme yapılabilen, eleştiriye açık bir kolektif sermayeye dönüşür. Aydınlanma zihniyeti, işte bu yüzden, Mokyr’a göre kapitalizmin sadece üstüne kurulduğu bir “süs” değil; bizzat inovasyon ekonomisinin kültürel altyapısını oluşturur.

2.2. PEKİ MOKYR KABA BİR İDEALİST Mİ?

Burada önemli bir yanlış anlamayı ayırmak gerekiyor. Mokyr, zihniyet ve kültüre önem verdiği için çoğu zaman kolayca şu şekilde eleştirilebilir: “Bu da Weberci idealistlerden; dünyayı fikirlerin açıkladığını sanıyor…” Aslında tam öyle değil.

Evet, Mokyr Weber’e yakın; Protestan ahlakı değil ama Aydınlanma kültürü üzerinden benzer bir mantık yürütüyor:

Weber: “Bazı dini–ahlaki kalıplar, rasyonel kapitalizmi mümkün kıldı.”

Mokyr: “Bazı entelektüel–kültürel kalıplar, sürekli inovasyonu mümkün kıldı.”

Ama ilişkinin yönünü tek taraflı çizdiği söylenemez.

Mokyr’in kitaplarına dikkatle baktığınızda şunu görüyorsunuz: Kurumları tamamen dışlamıyor; mülkiyet, mahkemeler, piyasalar, devlet kapasitesi hesaba katılıyor. Teknolojiyi sadece fikirlerin ürünü değil, aynı zamanda maddi teşviklerin sonucu olarak da okuyor. Demografi, ticaret, savaşlar, coğrafya gibi alt yapı unsurlarını da arka planda tutuyor. Yani klasik bir “üst yapı alt yapıyı belirler” söylemiyle tanımlanan bir idealizmi değil; daha çok kültür–kurum–teknoloji arasında bir geri besleme döngüsünü anlatmaya çalışıyor. Bu bulgular ışığında, ben Mokyr’i şöyle konumlandırıyorum: Ne Marxçı–tam materyalist çizgide, ne de saf bir Weberci–idealizmde. İkisinin arasında, zihniyeti ciddiye alan ama onu kurumlar ve maddi yapıdan koparmayan bir “köprü tarihçi”.

Bu açıdan bakınca, onun asıl katkısı şu oluyor: Kapitalizmi anlamak için ne sadece “makineler ve fabrikalar”dan, ne sadece “felsefe ve ahlaktan”, ne de sadece “kurumlar ve yasalardan” konuşmak yetiyor. Bunların hepsinin buluştuğu bir ruh iklimine bakmak gerekiyor. Bir sonraki adımda, işte bu “ruh iklimi” filozoflarından bir başkasına, Hocamın Hocası Sabri Ülgener’e geçmek gerekiyor.

Mokyr, Avrupa’nın kapitalizmi nasıl kurduğunu anlatırken, Ülgener tam tersine, Osmanlı’nın niçin kuramadığını soruyordu. Bir sonraki bölümde, Ülgener’in bu soruya verdiği cevabı ve Weberci damarını ele alalım…

3. SABRİ ÜLGENER: OSMANLI İKTİSAT ZİHNİYETİ VE WEBERCİ DAMAR

Yukarıda Mokyr, Avrupa’da kapitalizmin doğuşunu “bilgi rejimi” ve Aydınlanma zihniyeti üzerinden okuyor demiştim. Bizim için bir o kadar önemli olan isim ise, aynı soruyu ters taraftan soran Sabri Ülgener’dir: “Osmanlı’da niçin Batı tarzı bir kapitalist gelişme doğmadı?”

Sabri Ülgener’in Mokyr’dan farkı şuydu: Soruyu sadece dış borç, bütçe açığı, kapitülasyonlar üzerinden sormuyor, aynı zamanda, daha derine inip, iktisat ahlakı ve iktisat zihniyeti kavramlarına yaslanıyordu. Onun için mesele, bir toplumun:

Çalışmaya nasıl baktığı,

Kazancı ve kârı nasıl meşrulaştırdığı,

Tasarrufu, biriktirmeyi, risk almayı nasıl anlamlandırdığı ile ilgiliydi.

“Zihniyet”, Ülgener’in tam da bu değer dünyasına verdiği isimdi. Ülgener’e göre, özellikle çözülme devrinde Osmanlı toplumunda yaygın olan dini–mistik yorum, “batınî tasavvuf + lonca kültürü” bileşimiyle şekillenmiş bir iktisat ahlakı üretiyordu: Dünyayı bir “imtihan yeri” olarak görmekle kalmıyor; dünyadan mümkün olduğunca el etek çekmeyi yüceltiyor. Hani Peygamber Efendimizin söylediği Hadis’e atıf yapacak olursak bizdeki Müslümanlar “yarın ölecekmiş gibi ibadet ederken” “hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmayı” bir tarafa bırakıyordu. Böyle bir toplumsal zihniyette kâr, ticaret ve zenginlik çoğu zaman şüpheli görülüyor; kanaat ve tevekkül, aktif bir çalışma ahlakına değil, pasifliğe ve kabullenmeye doğru kayıyordu. Loncalar, bir yandan kalite ve dayanışma sağlarken, diğer yandan yeniliğe, rekabete, fiyat esnekliğine karşı kapalı bir yapı oluşturuyordu.

Ülgener’in altını özellikle çizdiği nokta şuydu: Bu tablo, İslam’ın özüyle değil, İslam’ın belirli bir tarihsel yorumu ile ilgili. Yani eleştirdiği şey dinin kendisi değil; dinin, çözülme devrinde dünyadan içe çekilen bir zihniyete tercüme ediliş biçimi.

Böyle bir iklimde, rasyonel, hesapçı, risk alan, yeniliğe açık bir burjuvazi ve girişimcilik kültürü kolay kolay serpilip büyüyemiyordu. “Yararlı bilgiyi” biriktiren ve yayan bir bilgi rejimi de doğmuyor; bilgi daha çok “hikmet” ve “irfanın” parçası olarak kalıyor, teknik ve teknoloji ile bütünleşemiyordu.

Burada Ülgener’deki Weberci damar çok belirgindir: Weber Protestan ahlakını kapitalist ruhun doğuş koşulu olarak okumuştu; Ülgener, Osmanlı’daki tasavvufî–lonca ahlakını kapitalizmin doğmama koşulu olarak okuyordu. Yani biri “kapitalizmin ruhu nasıl kuruldu?” diye soruyor, diğeri “bizde niye kurulamadı?” diye…

Ben ikisini yan yana koyduğumda şunu görüyorum:

Mokyr: “Aydınlanma ile birlikte bilgiye ve tartışmaya açılan bir zihniyet doğdu, kapitalizm o zihniyetin üzerinde yükseldi.”

Ülgener: “Bizde, çözülme devrinde dünyaya gözlerini kapayıp içe dönen bir zihniyet baskın hale geldi, bu yüzden kapitalizmin ruh iklimi oluşamadı…”

Tabloyu böyle kurunca ister istemez soruyu genişletiyorsunuz: “Pekiyi Hocam, iş sadece zihniyette mi bitiyor, yoksa zihniyeti besleyen daha derin maddi ve kurumsal yapılar mı var?” Bu soruyla birlikte, yeni perdeye, yani kurumlar ve ruh iklimi meselesine geçiyoruz. Bunu da Pazartesi anlatırız.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...