İMOGA Müzesi
ÜÇ BOYUTLU BASKI
Özgün baskı resmi, tarih boyunca toplumların değişen estetik anlayışlarına uyum sağlayarak bugüne ulaşmış bir ifade alanı hâline gelmiştir. Teknolojik dönüşüm hızlandıkça bu alan, atölyelerin iç disiplininde ya da eğitim kurumlarının uygulamalı programlarında varlığını sürdüren bir üretim pratiği durumuna evrilmiştir. Üç boyutlu baskı teknikleri, çağdaş tasarım ve üretim süreçlerinde yeni imkânlar sunan bir çalışma zemini oluşturmuş; bu yöntem, sağladığı esneklik nedeniyle tasarımcının elinde yeni bir yaratım aracına dönüşmüştür. Farklı disiplinlerle kurduğu temaslar, sanat ve tasarım alanlarında çeşitli yönelimlerin doğmasına katkı sağlamış; teknolojik yenilenme döngüsü ilerledikçe üç boyutlu baskı, etkilediği alanların kapsamını genişleten dinamik bir üretim sahası hâline gelmiştir.
GRAFİK SANATLAR
Bugün Türkiye’nin ilk ve tek baskı resim müzesinden yani İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi (IMOGA)’dan bahsedeceğim.
Evet Türkiye’de baskı resmine adanmış müze niteliği taşıyan ilk kurum olma özelliği İmoga’ya ait kabul edilmektedir. 2004’te faaliyete geçmiş bu yapı, uzun yıllar süren atölye birikiminin ve sanatçılar arasında paylaşımla büyüyen koleksiyon anlayışının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kurucu Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Saim Tekcan, müzenin kuruluş sürecinde hedeflenen şeyin, uluslararası düzeyde tanınırlığa sahip sanatçıların üretim yapabileceği, çalışmalarını görünür kılabileceği kapsamlı bir merkez oluşturmak olduğunu ifade etmektedir. Bugün müzenin arşivinde, farklı ülkelerden ve çeşitli kuşaklardan gelen sanatçıların baskı teknikleri üzerinden geliştirdikleri yaklaşık on bin çalışma yer almaktadır.
İstanbul’un sanat damarlarının yüzyıllar boyunca türlü dönüşümlere uğradığı geniş coğrafyasında, grafiğin iç sesine kendini teslim etmiş bir mekân. Adımlarını ağır ağır içine çeken odalarıyla, çinko levhaların üzerinde birikip kararan izleri muhafaza eden koridorlarıyla, baskı tarihinin hem saklı hem de dokunulabilir arşivi hâline gelmiş bir alan.
Müzenin kuruluş amacı, İstanbul’un karmaşık sanat topografyasının içinde grafik sanatının geri planda kalma riskine karşı bir direnç hattı oluşturmayı amaçlamıştır aslında. Bu amaç, zamanın yonttuğu ağır bir ısrarla gelişmiş; her yeni sanatçı, her yeni teknik, her yeni baskı denemesi bu mekânın iç duvarlarına yeni bir katman eklemiş.
MÜZENİN SERENCÂMI
Kadıköy Aralık Sokak’ta kurulan ilk atölyeden sökün eden üretim duygusu Söğütlüçeşme’nin daha geniş mekânlarında bir sanat çevresi oluşturuyor, Çamlıca’nın eteklerinde yükselen yapı ise bütün bu deneyimlerin yoğunlaşmış özü hâline geliyor.
Tekcan’ın ilk atölyesinde kullanılan gravür preslerinin el işçiliğiyle üretilmesi, serigrafi makinelerinin örnek projeler üzerinden adım adım kurulması, dönemin Türkiye’sinde baskı sanatı için güçlü bir teknik zemin yaratıyor. Bu zemin üzerinde Nurullah Berk’ten Gündüz Gölönü’ne, Ferruh Başağa’dan Neşet Günal’a uzanan isimler, atölyeye girip çıktıkça mekân, bir üretim yuvası kimliği kazanıyor.
Bu üretim yoğunluğunun ışığı, zaman içinde daha geniş bir mekâna ihtiyaç duyulduğunu ortaya çıkarıyor. Söğütlüçeşme’deki yapılanma ile atölye sanatçının buluştuğu, düşüncenin dolaştığı, üretimin süreklilik kazandığı bir odağa dönüşüyor.
Derinleşen bu çalışma ağı, Çamlıca’da yükselen Artess Çamlıca Sanat Evi ile daha kapsamlı bir yapıya kavuşuyor. Litografi, gravür, ipek baskı gibi tüm tekniklerin tek çatı altında toplanması, baskı sanatının Türkiye’deki en güçlü altyapısını yaratıyor. Galerilerin genişliği, arşivin hacmi, kütüphanenin kapsamı, misafirhanelerin sanatçılara açtığı alanlar, zamanla uluslararası bir çekim merkezinin doğmasına imkân veriyor. Yapının mimarisine dokunan sanatçılar, rölyefler, seramik detaylar ve mekânın bütününe yayılan sanatçı emeği, burayı sıradan bir atölye olmaktan çıkarıyor adeta bir sanat mabedinin taşlarını oluşturuyor.
Kapıdan içeri girildiğinde, tarihin koridorlarına açılan bir yapının içinde dolaşıldığı hissi yoğunlaşıyor. Baskı tekniklerinin iç içe geçtiği bir manzara karşılıyor insanı.
Adeta baskı tekniklerine ilişkin tarihsel bir birikim, müzenin kurgusuna sinmiş hâlde durmakta. Gravürün, yüzyıllar boyunca metal levhaların üzerine işlenmiş çizgilerle düşüncenin kayıt altına alınmasını mümkün kıldığı, asitte bekletilmiş çinko ya da bakır yüzeylerin, sanatçının elinin titremesini bile saklayabildiği bilinir. Litografinin, yağ ve su arasındaki gerilimi kullanarak taş yüzeyde imgenin çoğaltılmasına imkân veren bir yöntem olduğu hatırlara kazınmıştır. Serigrafinin, gerilmiş ipeğin üzerinde katman katman büyümüş renk düzenlerini doğurduğu da sanat tarihinin önemli sayfalarına işlenmiştir. İmoga’nın koleksiyonunu oluşturan baskılar, bu teknik yolculuğun İstanbul’daki en yoğun karşılıklarından biri olmayı başarmıştır.
Görülen o ki İmoga Müzesi’nin kronolojisi, İstanbul’un kültürel hareketliliğiyle birlikte gelişmiş. Kentin sanat ortamı modernleşme sancılarıyla kıvranırken müze, grafik disiplininin görünürlüğünü artırmak için güçlü bir yönelim sergilemiş. Sergiler, atölye çalışmaları ve uluslararası iletişim ağlarıyla müzenin adı çeşitli coğrafyalarda yankı bulmuştur. Pek çok sanatçı teknik bir eğitimin yanı sıra zihinsel bir derinlik kazanmış, baskı sanatı üzerinden düşünce üretmenin nasıl mümkün hâle gelebileceğini bu mekânda deneyimleme imkânı bulmuştur.
İmoga’nın kültürel önemi, İstanbul gibi yoğun bir kentte grafik sanatını oluşturan bir merkez yaratmış olmasında gizlidir. Şehrin her döneminde değişen estetik algılar, müzenin içinde yankılanmış ve her yeni yorum, bu mekâna ayrı bir çehre kazandırmıştır.
Bu nedenle İmoga, kent kültürünün görünmez damarlarından birine dönüşmüş ve grafik sanatının düşünsel derinliğini çoğaltan, baskı tekniklerinin tarihsel sürekliliğini muhafaza eden, sanatçının çizgiyi bir tür içsel yazı hâline getirme çabasını destekleyen bir alan oluşmuştur.
Sonuçta İmoga Müzesi, İstanbul’un sanat topografyasında kendine özgü bir yankı üretmiş bir mekân hâline gelmiştir. İstanbul’un kültürel mirasına sızan bu damar, grafik sanatının bilinçaltına yerleşmiş ve kalıcı bir iz olmuştur.