
Trump tek, dünya bir
Bu başlık benim gibi yaşları 60 civarında olanların mahallede futbol takımına oyuncu seçerken söylediği sözlerdendi. Kendine güvenen karşısına 3 kişiyi alır ve maç yapardı. İş kötü gidince de oyun bozanlık yapıp topu alıp giderdi. Amerika Birleşik Devletleri yeni Başkanı Donald Trump da bu cins bir çıkış yaptı. Adeta dünyaya kafa tutmaya başladı.
“Ben tek hepiniz birleşin gelin” der gibi durmaya başladı. Bu hareketin doğru yanlış olmasını değil diğer ülkeler bunun karşısında neler yapmaya başladı onu merak ettim. Aklımıza hemen Kanada, Panama ve Grönland geliyor değil mi? Aslında bu iş böyle bir başlarsa çok tehlikeli sonuçlara doğru evrilebilir. Hele Avrupa’yı atlayıp da Trump’ın Putin ile görüşmesi son günlerde üzerinde en çok konuşulan konuların başında geliyor. Avrupa'da tüm kaygıların ortasında, çeşitli ülkelerin çalkantılı bir ilişki vaat eden bu gündemi yönetme yaklaşımları arasında temel farklılıklar ortaya çıktı.
Bu ayrışmalar, Avrupa'nın Amerika Birleşik Devletleri konusunda tek bir ortak politika tanımlamasını ve savunmasını zorlaştıracak. Ancak, transatlantik ilişkilere yönelik birden fazla Avrupa yaklaşımının olması belki de paçal durumda Avrupa’nın güvenliğine yardımcı olabilir. En iyi umut, Danimarka’nın yanında olan daha küçük bir grup inatçı, savunma odaklı ülke yani Polonya, İskandinav ülkeleri ve Baltık devletleri, belki de Britanya'nın da katılımıyla Trump'a karşı Avrupa güvenlik çıkarlarını desteklemesidir. Aslında Trump başa geleceği anlaşıldığı zaman Avrupa ülkeleri dört ayrı guruba ayrılmıştı. İlk gurup, hevesliler diye adlandırılabilir.
Onun dünya görüşünü paylaşan ve tarzını taklit eden bir avuç sağcı popülist lider, örneğin, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ve Slovakya Başbakanı Robert Fico gibi. Bir diğer gurup ise, ki biz bunlara etkileşimciler diyebiliriz, Polonya, İskandinav ülkeleri ve Baltık ülkeleri, çoğu NATO'nun savunma harcamalarında kişi başına en yüksek harcama yapan ülkeleri arasında yer alıyor ve işleyen bir ilişki kurmak için pragmatik bir çaba gösteriyor. Üçüncüsü, Trump ile ilişkileri karşılıklı aşağılamayla zehirlenmiş olan, görevden ayrılan Alman Şansölyesi Olaf Scholz gibi ahlakçılar. Son olarak da Fransızlar var. Trump yönetimindeki transatlantik husumeti, Paris'in Amerikan sonrası Avrupa'nın liderliğini üstlenme şansı olarak gören, Başkan Emmanuel Macron gibi fırsatçılar.
Tabi bu onun küreselci düşüncenin damadı olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Avrupada son yıllarda oldukça etkin olan radikal sağcı politikacılar, Trump'ın göreve başlama törenindeki davetli listesinde yer alması tesadüf değildir. Trump'ın bu politikacılara olan yakınlığı açıkça demokrasi, göç ve kültürel değerler hakkındaki ortak illiberal veya anti- liberal görüşler ve otoriter diktatörlere duyulan hayranlık gibi ideolojik bir yakınlıktan kaynaklanmaktadır. Trump Grönland'ın kontrolünü ele geçirme arzusunu dile getirdiğinde, Avrupa’da onu kınamak için ortaya çıkan ilk lider Scholz oldu. “Sınırların dokunulmazlığı ilkesi, doğumuzda veya batımızda olması fark etmeksizin her ülke için geçerlidir” dedi.
Ama aynı Berlin, Ukrayna'ya karşı savaşı Scholz'un savunduğunu iddia ettiği uluslararası normların çoğunu ihlal eden Rusya'yı geri püskürtmede liderliği üstlenmeyi açıkça reddetti. Fransızlar da, Trump'a iltifat ederken aynı zamanda Avrupa’nın çıkarlarını savunmaya hazır olduklarını gösterme konusunda diplomatik beceriye sahip olduklarını ortaya koydu. Ama, Avrupa'nın devletlerinin bu tür etkileşimlere daha çok ihtiyacı var. Yani anlayacağınız Avrupa’nın kafası karışık. İğne ne zaman ki kendilerine batar. O zaman çuvaldızı aramaya başlarlar. Bakalım Trump tek başına dünya ile savaşabilecek mi?