Cazın şehir hafızası
Grup Pina & the Coladas, Sahne Minoa Pera’da 1920’lerin - 40’ların caz ve blues ruhunu bugünün İstanbul’unda yeniden kurarken, şehrin canlı müzik hafızasının nasıl nefes aldığını da hatırlattı.
Aynı şehrin içinde iki İstanbul vardır bazen: Biri gündüzün telaşlı, hesaplı, aceleci İstanbul’u; diğeri gece olup da müzik başlayınca yavaşlayan, hatırlayan, insanı kendine döndüren İstanbul.
Geçtiğimiz cumartesi gecesi Sahne Minoa Pera’da, Pina & the Coladas’ı ikinci kez dinlerken, ben o ikinci İstanbul’un tam ortasında duruyordum.
Düşündüğüm tam olarak; cazın burada yalnızca bir müzik değil, bir şehir hafızası; bazen de hafızayı tazeleyen bir canlılık biçimi olduğuydu.
Minoa Pera’nın kapısından girince, -19. Yüzyıl Osmanlı Şaheserlerinin Mimarı Alexandre Vallaury imzası taşıyan- Beyoğlu’nda Meşrutiyet Caddesi üzerindeki görkemli binası sizi zaten bir eski zaman hissine çağırıyor.
Sahne Minoa Pera ise, mekânın darlığı; birbirine yakın, neredeyse iç içe masalarla bir dönemin film tadındaki kulüplerine..

İnsanı bunaltmayan bir sıkışıklık sözünü ettiğim.
Hatta tam tersi, müziği “sahnenin önünden değil, içinden” dinliyormuşsunuz duygusu..
Havalandırma öyle kuvvetli ki, cazın sıcaklığına rağmen biraz üşüyorsunuz. Ama bu da mekânın ritmine dahil: Sanki zaman, içeride caz temposuyla ölçülüyor.
Gidenler bilir; bir tür New York’un ünlü Village Vanguard sadeliği, ama İstanbul’a özgü bir incelikle.
Saat 21.00’i biraz geçe, sahneye çıkan grup daha ilk parçada bunu hissettirdi.

Başlangıçta yalnızca jam session’lar(*) için bir araya gelip zamanla “bir grup olma” fikrine dönüşen ikili, sonra üç, dört derken son eklenen davulla beşli olmuştu.
Kadroya davulun katılması da boşuna değil; sound derinleşmiş, omurga sağlamlaşmış.
Vokalist Pınar Göktaş, gitarist Yusuf Hacialioğlu, bas gitarda Doğukan Cerrahoğlu, mızıkada Eli Bensusan ve davulda Egemen Akgül.
Birlikte çalmanın, birbirine kulak vermenin getirdiği o doğal uyumu sahnede hiç saklamıyorlar. Tam tersine, o uyumun üstüne cesaretle gidiyorlar.
Repertuvar 1920’lerden 40’lara uzanıyor. Kıyafetleriyle, tavırlarıyla, küçük anlatılarıyla da o dönemi sahneye taşıyorlar. Bu sadece nostalji değil; dönemin ruhunu bugünün İstanbul’unda yeniden kurma cüreti.
Şarkıların hikâyeleri aralara serpiştiriliyor, kimi yerde dans devreye giriyor.
Pınar’ın güçlü sesi oyunculuk ve dansla birleşince ortaya bir “görsel şölen” çıkıyor demek reklam dili olur; ama hakikati de anlatmak lazım:
Vokal yalnızca duyulmuyor, görülüyor; seyirciyi içine çekiyor. Hele kimi blues parçalarında sesinin dokusu, Beyoğlu’nun eski taşlarına sinmiş hikâyeleri çağıran bir ton taşıyor.
Kalabalığın da dikkat çekici olduğu bir akşamdı. Genç ve orta yaşlı bir izleyici kitlesi…
Coşku kadar sessizliğin de hakkını veriyorlardı. Bazı anlar vardı ki, mekânın o dar planı birden avantaja dönüşüverdi: Nefesler bile ritme uyar gibi.
Akustik “dört dörtlük” dedim kendime; ama akustiği iyi yapan sadece teknik değil, dinleyici ile müzisyen arasındaki mesafenin kısalığıydı. Alkış ritmiyle müziğin ritmi birbirine karıştı.

Böyle gecelerde şehir, seyirci ve grup aynı cümlede buluşuyor adeta.
Aslında benim için o akşamın bir başka anlamı daha olduğunu fark ettim, dinlerken... Eskinin caz keyfini özleyen bir kuşaktan geliyordum ne de olsa.
Türkiye’de cazın izini sürerken, bazen mekânlar üzerinden bir arşiv de tutar insan. İlk caz kulübümüzden Korukent Cazbar’a, oradan Q Jazz Bar’a ve Q Jazz by Les Ottomans’a uzanan bir çizgi…
Yakın dostum merhum Mehmet Ali Açılmış’ın, sevgili Sinan Okyay ile 1989’da açtığı Korukent Cazbar bir mekândan fazlasıydı; İstanbul’da cazın eviydi.
Sonrasında Mehmet Ali’nin 1995’te Çırağan Sarayı’nda hayata geçirdiği Q Jazz Bar, şehrin cazı “yüksek sesle” ama zarifçe konuştuğu yılların simgesi olmuştu.
Bu hatıralar, Minoa Pera’da dinlediğim her parçanın altına ince bir dipnot gibi düştü.
Zaten İstanbul’da cazın hikâyesi, hep mekânlarla ve şehrin kendisiyle birlikte yazılmıştı.
Mütareke yıllarında Pera’nın çokkültürlü ve ulusötesi atmosferi içinde cazın filizlenmesi de böyleydi.
Harvard Üniversitesi’nde Rus edebiyatı ve kültürü üzerine dersler veren ve halen Yale Üniversitesi’nde Slav dilleri ve edebiyatı alanında öğretim üyeliği görevini yürüten Vladimir Alexandrov’un “Siyah Rus” adlı eserinde ortaya koyduğu gibi..
Afro-Amerikalı girişimci Frederick Bruce Thomas ya da bilindik adıyla Fyodor Fyodorovich Tomas, işgal yıllarının kozmopolit Pera’sını bir fırsat olarak görüp Stella, Royal Dansing Kulüp ve Maksim gibi mekânlar açarak İstanbul’da cazın ilk gelişimine öncülük etmişti.
Thomas’ın Şişli’de açtığı Anglo-Amerikan Garden Villa/Stella’da “cazbant” ilanları çıkıyor, ardından Pera’da Royal Dansing Kulüp geliyor; nihayet 1921’de Taksim Meydanı’nda Maksim açılıyor ve “hakiki cazband” vurgusuyla İstanbul’un gece hayatına caz yerleşiyordu.
O dönemde cazın Pera’daki gece hayatıyla yan yana anılması “ahlaki panik” de yaratıyor; hatta “sinir müziği”, “yamyam müziği” gibi küçümseyici adlarla anılıyordu.
Yani cazın İstanbul serüveni, en başından beri hem coşkunun hem tartışmanın hem özgürlüğün hem tedirginliğin içinde büyüdü.
Aradan bir asır geçti. Şimdi Beyoğlu’nda bir caz gecesine gittiğimizde, o eski tartışmaların gölgesinde değil; daha çok bir kültür sürekliliğinin içinde duruyoruz.
Ama aynı gerçek hâlâ geçerli: Canlı müzik, şehrin hafızasını taşıyan bir damar. Kapanan her mekân, kesilen bir hat gibi; açılan, yaşatılan her sahne ise geçmişle bugün arasında yeni bir köprü.
Pina & the Coladas’ı bu köprünün taze tahtaları gibi görmek mümkün, en azından benim açımdan.
Çünkü yaptıkları iş ayağı yere basan bir ciddiyet taşıyor.
O “altın dönemi” sahneye taşırlarken, bunu kostüm partisi gibi değil, disiplinli bir müzikal okuma gibi yapıyorlar. Ve bence en önemlisi, Türkiye’de cazın geleceğini gençlerin sırtında büyütüyorlar.
Zaman zaman, “Caz sadece dinlenmez, okunur da” derken kastım tam da bu: Bir repertuvarı okumak, bir dönemi anlamak, onun içinden bugüne sahici bir ses çıkarmak…
Gecenin sonunda, finale yaklaşırken içimde tuhaf bir sevinç vardı. Geçmişin içine düşmüş gibi hissettim; ama bu bir kaçış değil, bir hatırlayıştı. İstanbul’un cazlı akşamlarına duyduğum özlemi, yeni bir kuşağın sahnede yeniden kurduğunu görmek… İnsana iyi geliyor. Şehir de böyle iyileşiyor belki: Canlı müzikle, birlikte dinlemekle, birlikte alkışlamakla.
Minoa Pera’dan çıkıp Meşrutiyet Caddesi’ne adım attığımda, Beyoğlu’nun soğuğu yüzüme çarpıyordu ama, kafamın içinde hâlâ 1930’ların bir swing ritmi vardı. O ritimle önce birkaç durak metro yolculuğu sonrasında eve kadar bir gece yürüyüşü..
İstanbul’un hafızası bazen böyle çalışır:
Bir gece, bir şarkı, bir sahne…
Ve siz, şehrin içinden geçen uzun bir caz cümlesinin küçük ama gerekli bir hecesi oluverirsiniz..
(*) TDK’ya göre toplu caz anlamına gelse de tam karşılığı doğaçlama seansı